Skip to content Skip to footer

Blade Runner (1982) -Detaylı İnceleme

”Kendi çıkarlarımız doğrultusunda, insandan daha insan bir varlık geliştirebilseydik ne gibi sonuçları olurdu?” Bunun gibi sorular aslında sandığımızdan daha da eski yıllarda sorulmuş ve eserlere konu olmuş durumda. Birazdan inceleyeceğimiz Blade Runner filmi, sinema tarihinin en önemli eserlerinden biri olmakla beraber, çekim teknikleri, senaryosu ve müzikleriyle çağının ötesinde bir eser.

Cyberpunk (Siberpunk)

Bu başyapıtı incelemeden önce, biraz ‘’Cyberpunk’’ türünden bahsedelim. Öncelikle bu terim bilim-kurgunun alt türü olarak nitelendiriliyor. En özet haliyle, yüksek teknoloji ve bilimin hakim olduğu ve bunlara yön vererek, gücü elinde bulunduran şirketlerin boyunduruğundaki bir dünyayı tema ediniyor. Diğer yandan bu kavram, ‘’High tech, low life’’ olarak da sıkça tasvir edilmekte.

Aslında bu kavram hayatımıza edebi eserlerle girdi. Amerikalı yazar Philip K. Dick tarafından yazılan, ‘’Do Androids Dream of Electric Sheep?’’ isimli roman ise bu türün ilk örneklerinden. Birazdan inceleyeceğimiz Blade Runner, bu eserden bir hayli esinlenmiş. Fakat bu film, her ne kadar uyarlama da olsa romanla aralarında birtakım temel farklılıklar bulunduruyor. Günümüz de dahil olmak üzere tarihte, cyberpunk teması işlenen birçok oyun, film, dizi, anime ve edebi esere rastlamak mümkün.

O halde hazırsak, sinemanın mihenk taşlarından biri olan Blade Runner incelememize başlayalım. Yazıya geçmeden önce, yoğun spoiler içereceğini söylemeliyim.

Evrene giriş

Film, 2019 yılının Los Angeles’ında distopik ve karanlık bir gelecekte geçiyor. Gelişen teknolojiyle birlikte Tyrell şirketi, replicant ismi verilen robot-insanlar geliştiriyor. Ancak robot denilince aklınıza mekanik bir sistem gelmesin çünkü bu varlıklar tamamen biyolojik materyallerden üretiliyorlar. Replicantlar birçok amaca hizmet etmek için tasarlanıyorlar. Seks işçiliğinden eğlence sektörüne ve ya insan gücü gerektiren birçok farklı iş kolunda köle olarak kullanılıyorlar. Bu modeller yıllar içinde geliştirilmeye devam ediliyor ve bir noktadan sonra artık insanlardan ayırt edilemez varlıklara dönüşüyorlar. Bu modellerin en yeteneklisi ve hatta insandan daha üstün olanlarına Nexus 6 adı veriliyor. Öyle ki bu modeller, hali hazırda dünya dışı gezegenlerde de yaşamakta olan insanoğluna, yapılan araştırmalar ve kaynak sömürüleri için yardımcı oluyorlar.

İnsandan daha insan…

Tyrell Co.

Her ne kadar yapay olsalar da sınırlı bir yaşam kapasitesine sahip olan bu varlıklar, insani duygulardan ve empati kabiliyetinden yoksun bir şekilde programlanıyorlar. Fakat zaman içerisinde replicantlar bazı anomaliler göstermeye başlıyorlar. İtiraz ve itaatsizlik belirtilerinin başladığı noktada ise Blade Runner ismi verilen polisler hayatımıza giriş yapıyorlar. Bu polisler, kontrolden çıkan replicantları öldürmekle görevliler. Buna da ”emekliye ayırmak” deniliyor.

Başlangıç

Blade Runner henüz ilk dakikalarından itibaren, epik ve etkileyici sekanslara ev sahipliği yapıyor. Karanlık bir şehir ve akıl almaz oranlara ulaşan bina kalabalığıyla bizi karşılayan sahne; kaynakları yarınlar yokmuşçasına tüketmeye devam eden insanoğlunun felaketini kendi gözünden bizlere yansıtılıyor. Blade Runner’ın ürkütücü derecede öngörülü gelecek vizyonu bu görüntülerle adeta şahlandırılmış. Yönetmen koltuğunda oturan ünlü İngiliz yönetmen Ridley Scott‘ın mavi gözlerine benzerliği sebebiyle, bu gözün ona ait olduğu hala günümüzde de tartışma konusu. Kimilerine göre ise bu göz, filmde, Roy Batty ismindeki replicantı canlandıran Rutger Hauer‘e ait. İkinci teorinin, çok daha akla yatkın geldiğini itiraf etmeliyim.

Davetsiz misafirler

Nexus 6’lardan oluşan altı kişilik bir replicant grubu, farklı bir gezegende isyan başlatıyor ve bir uzay gemisi kaçırarak Dünya’ya gelyorlar. Bu firarın amacı; Tyrell Corporation‘ın kurucusu ve aynı zamanda dahi bir replicant yaratıcısı olan Eldon Tyrell’e (Joe Turkel) ulaşmak. Tabii soruşturma ve replicant avı için hazırlıklar gecikmiyor. Bu noktada, yetenekli bir blade runner olan Rick Deckard (Harrison Ford) ile tanışıyoruz. Deckard, alaycı, bencil, güçlü, aynı zamanda replicantların doğadışı varlıklar olmasına rağmen, mesleği gereği ”katil” olmanın ahlaki belirsizliklerini yaşayan yorgun ve sessiz bir karakter.

İklimsel faktörlere bağlı olarak tamamen bozulmuş bir ekosistem nedeniyle, son derece karanlık ve yağışlı olan Los Angeles sokaklarında Gaff (Edward James Olmos) isminde farklı bir karakterle tanışıyoruz. Dünya’ya kaçak yollarla gelen replicant grubu soruşturması için Deckard’ı polis merkezine davet ederken; dedektif olduğunu anladığımız bu karakter ”cityspeak” olarak isimlendirilen farklı bir dil konuşuyor. Bu konuşma şekli ise, tamamen usta oyuncu Olmos tarafından; Çince, Macarca, Almanca, Japonca, Fransızca ve İspanyolca gibi dillerin öğelerinden faydalanarak doğaçlanıyor.

Voight-Kampff

Peki insanlardan ayırt edilmesi neredeyse imkansız olan replicantları nasıl saptayabiliriz? Bunun için, bilgisayar bilimlerinin babası olarak kabul edilen ünlü İngiliz Matematikçi Alan Mathison Turing‘in; kendi ismini verdiği Turing Testi’nden ilham alınmış. Filmde Voight-Kampff ismi verilen test; bir dizi etik dışı sorular sorularak, deneğin buna bağlı stres seviyesi, gözbebeği boyutu ve iris hareketleri gibi tepkilerini ölçerek, replicant olup olmadığını ortaya koyuyor.

Tyrell Corporation ziyareti

Rick Deckard, Tyrell Corporation mega-binasında nexus 6 model bir replicanta Voight-Kampff testi yapmak için yola çıkıyor. Bu sırada gördüğümüz yapı her ne kadar piramitleri andırsa da, aslında Ziggurat tapınağına daha çok benzemekte. Eski Mezopotamya’da Ziggurat tapınakları, tanrıların yaşadığı yerler olarak nitelendirilir ve her şehrin bir tanrısı bulunduğuna inanılırdı. Eldon Tyrell ise buna benzer bir mega-binada konaklıyor. Filmde bu yapı maket halinde yapılıp içine çok güçlü ışıklar yerleştirilmiş ve çekimler bu şekilde yapılmış. Fakat bu güçlü ışıklar maketin büyük bir kısmını eritmiş ve sağlam olan kısımlarından tekrar kurtarılmış. Bu maket 180 santimetreden bile kısa olup bu gün hala korunmakta.

Rachael (Sean Young) ile ilk defa bu binada karşılaşıyoruz. Salonda bilgeliğin sembolü olan bir baykuş görünüyor. Elbette yapay bir baykuş. Ekosistemin tahrip olması nedeniyle Dünya’da gerçek hayvanlar bulunmuyor. Blade Runner, bu tarz detayları, bariz bir şekilde anlatmadan, tamamen izleyicinin algısına bırakarak veriyor. Bu sahnelerde, replicantların kontrol altında tutulabilmesi ve insan gibi hissedebilmeleri için onlara, yapay anılar yerleştirildiğini öğreniyoruz. Bununla beraber replicant anılarını destekleyecek birtakım fotoğraflar da düzenlendiğinden haberdar oluyoruz.

Rachael

Rachael, oldukça zarif, sade, gizemli ve çekici bir replicant. Öyle ki yapay bir insan olmasına rağmen Deckard’ı bile etkilemeyi başarıyor. Elbette kendisinin bir replicant olduğunu bilmiyor. Merak ettiği bazı sorular cevapsız kaldığı için bir gün Deckard’ın kapısı çalıyor. Racheal, anılarının aslında onun olmadığını ve Tyrell’in yeğeninin anılarının onun zihnine yüklendiğini öğrenip büyük bir yıkım yaşıyor. Bu dakikalarda, replicantların aslında nasıl hissettiği konusunda fikir sahibi olmaya başlıyoruz. Deckard’ın sert ve gerçekçi üslubu yüzünden Rachael’ın, büyük bir yalanla yaşamanın ağırlığı altında ezilişine tanık oluyoruz.

Nexus 6 avı

Daha önce de bahsettiğimiz kaçak nexus 6’lar, Deckard tarafından takip edilmeye başlanıyorlar. Bu replicantlar adeta gölgelerde yaşıyorlar ve takip edilmeleri bir hayli zor. Ayrıca çok yetenekli varlıklar oldukları için işlerinin bitirilmesi de hiç kolay olmuyor. Her modelin kendine özgü farklı yetenekleri var. Kimi replicant çok zeki iken kimisi bedensel olarak çok güçlü ya da fazlasıyla esnek bir bedene sahip. Bu farklılığın sebebi her birinin farklı iş kolları için üretilmiş olmaları elbette.

Peki bu replicantlar neden yaratıcılarına ulaşmak istiyorlar? Doğal olarak, her akıllı yaşam formunun isteyeceği gibi daha uzun bir ömür peşindeler. Tyrell, nexus 6’ları imal ederken içlerine ”emniyet cihazı” ismi verilen bir sınırlayıcı yerleştirmiş. Bunun anlamı yalnızca dört yıl gibi çok kısa bir yaşam süresine sahip olmaları. Fakat Tyrell’e ulaşmak sanıldığı kadar kolay bir iş değil.

Bu noktada, Roy Batty için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Roy, zeka kapasitesi olarak en üst seviye bir replicant ve grubun başındaki isim. Rutger Hauer bu karaktere o kadar iyi oturmuş ki Ridley Scott’ın en iyi cast tercihlerinden biri olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Sahip olduğu aryan görünümle ve oyunculuk yeteneğiyle, Roy karakteri için başka birini düşünmek çok zor olurdu herhalde. Tyrell’e ulaşma yolunda en büyük rolü Roy üstleniyor. Nitekim başarılı olacakları noktaya yaklaşırlarken, ”genetik tasarımcısı” olan ve replicant parçaları üreten uzmanlara ulaşıp, cevaplar aramaya başlıyorlar.

Replicantlar ve aşk

Bilindiği üzere aşk, biz insanlara özgü bir duygudur. Kimse bir replicantın aşık olmasını beklemiyorken, aslında insani bütün duyguları yaşayabilen ve hissedebilen bu varlıklar, çok derin bir empatiye sahip oluyorlar. Filmin bir bölümünde Deckard, Leon Kowalski (Brion James) isimli replicant tarafından bozguna uğratılmak üzereyken, kendisi de bir replicant olan Racheal tarafından kurtarılıyor. İkilinin arasındaki tuhaf ilişki, bu dakikalardan sonra aşk hikayesine evriliyor.

Rachael’dan, böyle duyguları ilk defa hissettiği için bunun şaşkınlığıyla tuhaf davranışlar gözlemliyoruz. Daha önce orada olan ve hiç haberdar olmadığı hisleri gün yüzüne çıkıyor. Deckard bunun farkına varıyor fakat Racheal’ı motive etme süreci epey rahatsız edici. Ne yapacağını bilemeyen neredeyse yeni doğmuş birine, oldukça sert davranıp, duygularını açığa çıkarması için onu zorluyor. Açıkçası ben bu sahnelerde biraz rahatsız oldum. Nitekim Sean Young, Harrison Ford’un onu sertçe duvara itmesi sırasında gözyaşlarına hakim olamamış. Bunun üzerine Harrison Ford’un yaptığı şakalarla Young’ı güldürdüğü, filmle ilgili aldığım notlar arasında.

J.F. Sebastian

Arayış içinde olan replicant grubumuz adım adım Tyrell’e yaklaşırken yolları, William Sanderson‘ın hayat verdiği J.F. Sebastian karekteriyle kesişiyor. Bu karakter bize dünyanın ne kadar yozlaştığı ve insanların ne derece yalnızlaştığıyla ilgili ipuçları verir nitelikte. Sebastian çok yalnız bir genetik tasarımcısı. Öyle ki, karanlık ve oldukça kasvetli bir binada tek başına yaşayan bu karakter; kendi imkanlarıyla yalnızlığını gidermek adına küçük ve pek zeki olmayan replicantlar tasarlayıp bunlarla beraber yaşıyor.

Pris (Daryl Hannah) isimli nexus 6, Sebastian’ın güvenini kazanmak için, ona oldukça arkadaş canlısı bir tavırla yaklaşıyor. Zaten derin bir yalnızlık içinde olan bu genetik tasarımcısı, Pris ile bir bağ yakalıyor. Akabinde ekibin lideri olan Roy kendini gösteriyor. Burada birlikte yaptıkları sohbetlere tanık oluyoruz.

25 yaşında olmasına rağmen bedeni çok hızlı yaşlanan Sebastian; Dünya dışı gezegenlerde çok daha iyi bir hayat sürebilecekken, bu hastalığı yüzünden seyahat için uygun görülmemiş. Her şeyin ters gittiği bir ekosistemde bu tip gen bozukluklarının olması kaçınılmaz ve yaygın durumda. Sebastian, bu replicantların nexus 6 olduğunu anlayınca hayranlığını gizlemiyor ve kendisine birkaç numara göstermelerini istiyor. Roy’un, ”Biz bilgisayar değiliz, bedenseliz.” cümlesi üzerine, Pris’in buradaki cevabı filmin varoluşçu felsefesinin altını çiziyor.

Düşünüyorum Sebastian… Öyleyse varım.

Pris

”Ölümsüz Oyun”

Daha uzun bir yaşam isteyen replicantlara yardım edemeyeceğini söyleyen Sebastian; bu durumun yeteneklerini aştığını ve onlara sadece Tyrell’in yardım edebileceğini vurguluyor. Bu sırada kenarda duran satranç tahtası ve yarım kalan bir oyun gözümüze çarpıyor. Elbette Roy, üstün zekası sayesinde kazanan hamleyi bir çırpıda buluyor. Sebastian, bu oyunun Tyrell ile yarım kalan bir maç olduğundan bahsediyor; onun bu konuda çok iyi olduğunu ve kendisinin sadece bir kere kazanabildiğini ekliyor. Ayrıca Roy’un hesapladığı hamleler, Sebastian’a oldukça saçma geldiği gibi, günümüzde bile ”stockfish” ve ”alphazero” ismini verdiğimiz satranç motorlarının hamleleri, hala ”bilgisayar hamlesi” olarak nitelendirilir ve garip karşılanır. Bu sebeple yapay-zekaları yenmek neredeyse imkansıza yakın. Çoğu büyük usta, bu motorlara karşı mücadele etmeyi denemiyor bile.

Bu satranç oyunu aslında tarihte oynanmış bir karşılaşma. ”Ölümsüz Oyun” olarak bilinen bu oyun, 21 Haziran 1851 yılında; Adolf Anderssen ve Lionel Kieseritzky isimli iki büyük usta arasında oynanmış. Eğer siz de benim gibi satranç ile ilgiliyseniz, bu bağlantıyı tıklayarak bu karşılaşmaya ulaşabilirsiniz.

Tanrı ile yüzleşme

J.F. Sebastian her ne kadar isteksiz olsa da, bir noktada Roy’un teklifini kabul ediyor ve onu Tyrell Corporation binasına götürüyor. Yarım kalan satranç oyununu Roy’un yönlendirmeleriyle kazanan Sebastian, Eldon Tyrell’in merakını cezbedince odaya kabul ediliyorlar. Yaratıcısından üstün bir ”kul” fikri için çok akıllıca bir anlatım şekli seçilmiş. Bu durum Tyrell’in ”tanrı” imajını derinden sarsıyor.

Daha fazla yaşamak istiyorum… Baba.

Roy Batty

Roy, Tyrell’e ”Father” (baba) diye hitap ediyor. (Hristiyanlık başta olmak üzere farklı dinlerde de, tanrıya verilen isimdir.) Tyrell, bu isteğin mümkün olamayacağıyla ilgili sürekli bahaneler üretiyor ve bedenlerinin buna dayanamayacağını ima ediyor. Roy aslında bunun mümkün olabileceğini zekice çözümler sunarak anlatsa da Tyrell şu sözleri sarf ediyor:

İki kat ışık veren ateş, normalinin yarısı kadar dayanabilir. Ve siz o kadar parlak bir ışık verdiniz ki Roy…

Eldon Tyrell

Roy, artık kendisini çaresiz hissederek, tanrısını kendi elleriyle öldürmeyi tercih ediyor. Bu sırada yüzünde birbirinden farklı ifadeler görüyoruz. Ne hissettiğini tam olarak anlamıyoruz ama neredeyse tüm duyguları aynı anda yaşadığını, sergilediği mimiklerden fark edebiliyoruz.

Empatik savaş

J.F. Sebastian’ın ölüm haberini alan Deckard, evini araştırmak için karanlık ve izbe apartmana geliyor. Pris’in içeride olduğundan tamamen habersiz bir şekilde içeriyi araştırmaya başlıyor.

Nitekim Pris, kendini bir kukla gibi gizleyerek uygun bir an kovalıyor ve Deckard’la, alışık olmadığımız türde bir koreografiyle mücadele etmeye başlıyorlar. Pris, varoluşu nedeniyle bir ”zevk modeli” olduğu için, gayet esnek ve zarif hareketlerle adeta bir dans performansı sergilercesine kendini bekleyen sondan kaçınmaya çalışıyor. Ancak Deckard, bir boşluktan faydalanıp Pris’i emekliye ayırmayı başarıyor. Burada ilgimizi en çok çeken an, Pris’in ölürken yaşadığı karmaşık duygular ve beden dili. Adeta bir balık gibi çırpınmaya başlayan bu replicant, fiziksel bir acıdan farklı olarak, aslında yaşama arzusunun elinden alınmasının yıkıcılığını yaşıyor.

Deckard, henüz yaşadığı şokun etkisinden çıkamadan Roy çıkageliyor. Pris’in ölü bedeniyle karşılaşınca çok farklı duygular yaşıyor ve ona aşık olduğunu düşünmemizi sağlayan birtakım sahneler görüyoruz. Düşünmemizi sağlayan diyorum çünkü replicantlar duygularının acemisi desek yanılmış olmayız. Pris’i öptükten sonra karnındaki kana temas edip yüzüne dokunuyor. Bu tamamen karmaşık bir hava yaratıyor, çünkü filmde asıl verilmek istenen mesaj bu şekilde anlam buluyor. ”Replicantlar nasıl hissediyorlar?”

Roy intikam içgüdüsüyle Deckard’ın peşine düşüyor ve bu kısım adeta kedi-fare kovalamacası gibi işlenmiş. Bunun amacı aslında Deckard’ın bunca zaman avcı rolündeyken, av olmanın nasıl hissettirdiğini anlaması. Aynı bina içindeyken Roy, ona kaçması için süre bile tanıyor. Hatta bir noktada Roy, sevdiklerinin (Pris ve Zhora) elinden almasının hissini yaşaması için Deckard’ın iki parmağını kırıyor.

Roy, zamanının giderek daraldığını fark ediyor ve Deckard’la olan yüzleşmesine devam edebilmek için uyuşan eline iri bir çivi saplıyor. Bu sahnenin İsa’ya bir gönderme olduğu da söylenir ve bence haksız bir söylenti değildir.

Final tiradı

Tüm bunlar yaşanırken Deckard bir şekilde çatıya ulaşıyor. Fakat tam karşısında Roy beliriyor ve ölüm korkusuyla yaşamanın nasıl olduğunu sorup ekliyor; ”Köle olarak yaşamak gibi.” En nihayetinde beklendiği gibi Deckard’ın gücü tükenip tam çatıdan düşecekken Roy, beklenmeyen bir şey yaparak Deckard’ın elinden tutup onu kurtarıyor. Son saniyelerini yaşayan bir replicant, sonucun değişmeyeceğini bilmesine karşın hayat bağışlamayı seçiyor. İtiraf etmeliyim ki beni en çok etkileyen sahne bu olmuştu. Ve Rutger Hauer’in elinde beyaz bir güvercin tutarken, bizzat kendi doğaçladığı o muhteşem tiradı duyuyoruz:

Siz insanların inanamayacağı şeyler gördüm.
Orion’un tepesinde alev alev yanan saldırı gemilerini… Tannhäuser Geçidi’nin yanında, karanlıkta parıldayan C-ışınlarını izledim…
Tüm o anlar zamanla kaybolacak…
Tıpkı yağmurda kaybolan gözyaşları gibi… Şimdi ölme vakti…

Roy Batty (Rutger Hauer)

Roy Batty bu sözlerinden sonra hayata gözlerini yumuyor ve elindeki beyaz güvercin serbest kalarak onun yükselen ruhunu simgeliyor. Bu sahneler filmde 2019 yılında gerçekleşiyor. Gerçek hayatta ise acı bir tesadüf olarak Roy karakterine can veren Rutger Hauer, tam olarak 2019 yılında aramızdan ayrılmış. Hauer’in bu filme katkısı kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük. Kendisini büyük saygı ile anıyoruz. Hauer bu başyapıta o kadar tutkuluymuş ki; elde ettiği gelirle aldığı yatının ismini bile Blade Runner koyduğu notlarımın arasında yer bulmuş.

Gaff’in gizemi

Hatırlarsanız filmin henüz başlarında Gaff isminde bir dedektiften bahsetmiştik. Bu karakter Deckard’a yer yer eşlik ederken, ziyaret ettikleri mekanlarda arkasında çeşitli origami figürleri bırakmasıyla tanınıyor. Bu figürler net bir anlam içermiyor. Ancak, replicantları ya da onların anılarını işaret ettiği hakkında birtakım ipuçları yakalıyoruz.

Roy’un ölümünden sonra kendisini tekrar gördüğümüz Gaff, işin bitirildiğini kontrol etmeye geliyor. Kendisini çok kısa süreli gördüğümüz bu sahnelerde, arkasını dönmüş giderken bir an duraksayıp konuşmaya başlıyor.

Kızın yaşamayacak olması çok kötü.
Zaten kim yaşayacak ki?

Gaff

Bu sözlerle birçok şey ima edilebiliyor. Rachael’ın nexus 6 olduğunu biliyoruz fakat Tyrell onun bir deney olduğunu söylemişti. Yani sanılanın aksine dört yıllık bir yaşam ömrü olmayabilir. ”Zaten kim yaşıyor ki?” demesindeki nedenler de farklı olabilir. Karanlık bir dünyada sürekli tüketen insanoğlunun fazla yaşamayacağı ve kıyametin yakın olduğu gibi. Ya da çoktan doğal insanlar yok olmuş ve replicantlar arası bir hiyerarşi hakim olabilir. Aykırı olanlar replicant olarak görülüp, programlarında sorun olmayanlar kendini insan gibi hissetmeye devam ediyorsa bunu nasıl kanıtlayabiliriz? Belki de bahsedilmeyen nexus 7’ler vardır kim bilir?

Filmin en son sahnesinde Deckard, Rachael’ı alıp her şeyden uzaklaşmak için evine geri dönüyor. Burada Gaff’in origamilerinden biri bırakılmış. Daha önce Deckard, evinde yalnız bir şekilde çalmasını bile bilmediği piyanosunun başındayken bir an için ormanda koşan bir unicorn hayal etmişti. Peki bu bir rastlantı olabilir mi? Bu soruların cevapları yıllarca tartışılmış. Ridley Scott, Deckard’ın bir replicant olduğunu söylemesine rağmen Harrison Ford buna şiddetle karşı çıkmış. Açıkçası bu tarz açık uçlu ve yoruma dayalı bir final sahnesi bulunduğu için ben çok mutlu oldum. Gaff, benim için sinema tarihinin en gizemli karakterlerinden birisi olarak kalacak.

Filmin diğer versiyonları

Blade Runner, zamanının çok ötesinde bir yapım. Sahip olunan imkanlar ve hedeflenen iş dengesi oldukça karmaşık. Çekimler sırasında her şeyin mükemmel olmasını isteyen Ridley Scott günde 13 saate varan set süreleriyle bir hayli tepki toplamış ve bu konuda film ekibi tarafında kötü bir şöhreti var. Filmin yatırımcılarının çekilme kararları ile bütçe sorunları da yaşanmış elbette. Hatta çekimler biter bitmez Scott, direkt olarak kovulmuş. Warner Bros. halka bu filmin sonunun nasıl olması gerektiğini sorarak, kelimenin tam anlamıyla rezalet bir son bile koymuş. Yukarıda incelediğimiz versiyon filmden tam 25 yıl sonra tekrar düzenlenen ve Ridley Scott imzası bulunan Final Cut versiyonu. Filmin versiyonları şu şekilde:

  • Workprint prototype version (1982)
  • San Diego sneak preview version (1982)
  • US theatrical release (1982)
  • International theatrical release (1982)
  • US broadcast version (1986)
  • The Director’s Cut (1992)
  • The Final Cut (2007)

Bu konuyla ilgili küçük bir detay vermek istiyorum. Filmin ilk versiyonları izleyici tarafından anlaşılmayınca, tiyatral versiyonda Harrison Ford’un okumalarından, anlatıcı üst ses eklenmiş. Ford, bu fikirden oldukça rahatsız olacak ki, filme konulmaması için çok kötü bir seslendirme yapmış. Fakat başarılı olamamış maalesef. Ya da başarısız mı demeliydim bilemedim.

Müzikler

Bu filmle ilgili akılda kalan en belirgin şey kesinlikle müzikleri. Kimi filmler vardır izlerken içlerinde yaşıyor gibi hissedersiniz. Bana göre bu müziğin ve sesin sihriyle mümkündür. Nitekim Vangelis, synthesizer kullanımıyla bir şaheser yaratarak sizi bambaşka bir evrene götürüyor. Bu albüm, onun en iyi işlerinden biri olmuş.

Son notlar

Geneli itibariyle sancılı bir süreçten geçen ve değeri zaman geçtikçe anlaşılan bir film Blade Runner. 1993 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından, “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek, ABD Ulusal Film Arşivi‘nde korunması kararı alınmış. Bu gün bir çok eser, sahip olduğu estetiği Blade Runner’a borçlu. Çıktığı yıllarda gişede batmış olmasına rağmen 25 yıl sonra Final Cut versiyonu için bir araya gelen ekibi de ayrıca kutlamak gerekiyor Bunca yıl geçmesine rağmen üzerine hala konuşulabilecek çok az esere rastlarız. Kısacası ”neo-noir” janrına ait olan bu kült film, sinema tarihinin en büyük değerlerinden biri olmaya devam edecek.

Bir başka Cyberpunk temalı içeriğimize buradan göz atabilirsiniz.

Leave a comment

0.0/5